Gölgelerin Altında Bir Şehir
Yer: İstanbul – Kasımpaşa civarı, Haliç kıyıları ve “Meydan Bar”
Zaman: Gece yarısı civarı, – yağmurdan hemen sonra
Hava: Nemli, puslu, aralıklarla ince yağmur
Katılanlar: Yusuf (Açık Katılım: Evet)
Tur Süresi: N/A
Amaç: Yusuf’un görev baskısı altında şehri keşfe çıkması; bir gölgeyi takip ederek “Meydan Bar”a girmesi ve burada olası yeni temaslara zemin hazırlanması.
Yusuf, İstanbul’un nemli ve kalabalık havasına hiç de alışkın değildi. Normalde her hareketini, her adımını hesaplayan bir adam için bu şehir neredeyse bir kâbus niteliğindeydi. Eski Dostunun hâlâ gelemediğini ve işinin uzadığını görünce, içindeki o soğukkanlı güven çatırdamaya başlamıştı. Üstlendiği görevin ağırlığı omuzlarında daha belirgin hissediliyor, nefes almak bile zorlaşıyordu. Bu baskının getirdiği bunalımdan dolayı içeride daha fazla duramadı; kendini dışarı atarak şehri keşfetmeye koyuldu.
Haliç kıyısına inen sokaklarda gece, nemli bir sessizlik içinde ağırlaşıyordu. Yağmur yeni dinmişti; kaldırım taşlarının üzerinde biriken sular, uzaktaki sokak lambalarının ışığını bulanık bir şekilde yansıtıyordu. Yusuf paltosunun yakasını kaldırdı, başını hafifçe eğerek yürümeye başladı. Ayakkabısının tabanından çıkan su sesi, gecenin boğucu sessizliğine karışıyordu. Kaldırımlar, eski taş duvarlar ve paslı tabelalar, bu şehri ona ait olmayan bir masalın içine yerleştiriyordu.
Bir kahvehanenin önünde durdu. İçeriden gelen gülüşlerin, çay bardaklarının şıngırtısının ve ağır tütün kokusunun arasında bir an durakladı. Camın ardından içeri baktı — yaşlı adamlar, genç çocuklar, sıradan hayatlar. Hepsi birbirinin kopyasıydı. Yusuf’un gözleri kısa süreliğine donuklaştı; kendi hayatında böyle bir sıradanlık hiç olmamıştı. Görev, kan, bilgi, gizem… Sıradanlığın neye benzediğini unutmuştu.
Yoluna devam ederken, bir gölge dikkatini çekti. Dar bir sokağın girişinde, başında fötr şapka olan biri durmuş, sanki birini bekliyordu. Yusuf, içgüdüsel bir tedirginlikle durdu. Adamın yüzü karanlıkta seçilemiyordu ama tavırları tanıdıktı. Bir an için, geçmişte gördüğü birinin siluetine benzediğini düşündü. İçindeki merak — ya da belki de o bitmek bilmez görev duygusu — onu harekete geçirdi. Adımlarını sessizleştirdi, aradaki mesafeyi koruyarak gölgeyi takip etmeye başladı.
Adam, Kasımpaşa tarafına doğru ilerliyordu. Sokaklar daraldıkça şehir daha da nefes almaz hâle geliyordu. Yusuf, kalabalığın arasına karışmadan, vitrinlerdeki yansımaları kullanarak takibini sürdürdü. Yağmur yeniden başlamıştı, ince ince yağıyordu. Her damla, sokak lambalarının altında gümüş gibi parlıyordu. Yusuf’un yüzünden süzülen birkaç damla, aslında ter miydi yoksa yağmur mu, kendisi bile ayırt edemedi.
Adam köhne bir barın önünde durdu. Kapısında dökülmüş boyalar, çatlamış camlar ve sönmüş bir neon tabela vardı: "Meydan Bar". Yusuf bir an tereddüt etti, sonra derin bir nefes alıp içeri adım attı. İçerideki hava dışarıdan bile daha ağırdı; tütün dumanı, ucuz alkol ve nem kokusu birbirine karışmıştı. Loş ışık altında birkaç masa doluydu, kimse kimseye bakmıyordu.
Gözleri hemen o adamı aradı. Şapkanın altındaki yüz artık görünüyordu — ama tanıdık değildi. Belki de hiç olmamıştı. Yusuf, boş bir köşedeki masaya geçti. Sandalyesine otururken, barın köşesindeki aynada kendi yansımasını fark etti. Gözleriyle o yansımaya kısa bir süre kilitlendi; içinden, “Sen kimsin artık?” diye geçirdi. Garson yaklaşmadan, cebinden çıkardığı eski bir çakmakla masadaki mumun fitilini yaktı. Alevin titrek ışığında parlayan bakışları, kararlılığını bir kez daha hatırlatıyordu.
İstanbul bu gece uykuda değildi. Şehrin damarlarında bir şey akıyordu — Yusuf bunu hissediyordu. Belki bilgi, belki kan, belki de sadece kader. Ama bir şey çok netti: Bu şehirde gölgeler bile onu izliyordu.
Zaman: Gece yarısı civarı, – yağmurdan hemen sonra
Hava: Nemli, puslu, aralıklarla ince yağmur
Katılanlar: Yusuf (Açık Katılım: Evet)
Tur Süresi: N/A
Amaç: Yusuf’un görev baskısı altında şehri keşfe çıkması; bir gölgeyi takip ederek “Meydan Bar”a girmesi ve burada olası yeni temaslara zemin hazırlanması.
Nem, Duman ve Gölge
Yusuf, İstanbul’un nemli ve kalabalık havasına hiç de alışkın değildi. Normalde her hareketini, her adımını hesaplayan bir adam için bu şehir neredeyse bir kâbus niteliğindeydi. Eski Dostunun hâlâ gelemediğini ve işinin uzadığını görünce, içindeki o soğukkanlı güven çatırdamaya başlamıştı. Üstlendiği görevin ağırlığı omuzlarında daha belirgin hissediliyor, nefes almak bile zorlaşıyordu. Bu baskının getirdiği bunalımdan dolayı içeride daha fazla duramadı; kendini dışarı atarak şehri keşfetmeye koyuldu.
Haliç kıyısına inen sokaklarda gece, nemli bir sessizlik içinde ağırlaşıyordu. Yağmur yeni dinmişti; kaldırım taşlarının üzerinde biriken sular, uzaktaki sokak lambalarının ışığını bulanık bir şekilde yansıtıyordu. Yusuf paltosunun yakasını kaldırdı, başını hafifçe eğerek yürümeye başladı. Ayakkabısının tabanından çıkan su sesi, gecenin boğucu sessizliğine karışıyordu. Kaldırımlar, eski taş duvarlar ve paslı tabelalar, bu şehri ona ait olmayan bir masalın içine yerleştiriyordu.
Bir kahvehanenin önünde durdu. İçeriden gelen gülüşlerin, çay bardaklarının şıngırtısının ve ağır tütün kokusunun arasında bir an durakladı. Camın ardından içeri baktı — yaşlı adamlar, genç çocuklar, sıradan hayatlar. Hepsi birbirinin kopyasıydı. Yusuf’un gözleri kısa süreliğine donuklaştı; kendi hayatında böyle bir sıradanlık hiç olmamıştı. Görev, kan, bilgi, gizem… Sıradanlığın neye benzediğini unutmuştu.
Yoluna devam ederken, bir gölge dikkatini çekti. Dar bir sokağın girişinde, başında fötr şapka olan biri durmuş, sanki birini bekliyordu. Yusuf, içgüdüsel bir tedirginlikle durdu. Adamın yüzü karanlıkta seçilemiyordu ama tavırları tanıdıktı. Bir an için, geçmişte gördüğü birinin siluetine benzediğini düşündü. İçindeki merak — ya da belki de o bitmek bilmez görev duygusu — onu harekete geçirdi. Adımlarını sessizleştirdi, aradaki mesafeyi koruyarak gölgeyi takip etmeye başladı.
Adam, Kasımpaşa tarafına doğru ilerliyordu. Sokaklar daraldıkça şehir daha da nefes almaz hâle geliyordu. Yusuf, kalabalığın arasına karışmadan, vitrinlerdeki yansımaları kullanarak takibini sürdürdü. Yağmur yeniden başlamıştı, ince ince yağıyordu. Her damla, sokak lambalarının altında gümüş gibi parlıyordu. Yusuf’un yüzünden süzülen birkaç damla, aslında ter miydi yoksa yağmur mu, kendisi bile ayırt edemedi.
Adam köhne bir barın önünde durdu. Kapısında dökülmüş boyalar, çatlamış camlar ve sönmüş bir neon tabela vardı: "Meydan Bar". Yusuf bir an tereddüt etti, sonra derin bir nefes alıp içeri adım attı. İçerideki hava dışarıdan bile daha ağırdı; tütün dumanı, ucuz alkol ve nem kokusu birbirine karışmıştı. Loş ışık altında birkaç masa doluydu, kimse kimseye bakmıyordu.
Gözleri hemen o adamı aradı. Şapkanın altındaki yüz artık görünüyordu — ama tanıdık değildi. Belki de hiç olmamıştı. Yusuf, boş bir köşedeki masaya geçti. Sandalyesine otururken, barın köşesindeki aynada kendi yansımasını fark etti. Gözleriyle o yansımaya kısa bir süre kilitlendi; içinden, “Sen kimsin artık?” diye geçirdi. Garson yaklaşmadan, cebinden çıkardığı eski bir çakmakla masadaki mumun fitilini yaktı. Alevin titrek ışığında parlayan bakışları, kararlılığını bir kez daha hatırlatıyordu.
İstanbul bu gece uykuda değildi. Şehrin damarlarında bir şey akıyordu — Yusuf bunu hissediyordu. Belki bilgi, belki kan, belki de sadece kader. Ama bir şey çok netti: Bu şehirde gölgeler bile onu izliyordu.
