Tur Süresi: N/A
Başlangıç Konumu: Kadiköy'de bir gecekondu
Oyuncular: Eflatun, Serap
Başlangıç Konumu: Kadiköy'de bir gecekondu
Oyuncular: Eflatun, Serap
Kadim Buluşma
Ellerini montunun cebine sokarak, sert betonda çizgilerle belirlenen karelerin içine basmadan yürüdü. Sahi, üzerine daha önce pek düşünmemişti ama, bu saçma takıntıyı ne zaman ve nerede kazanmıştı acaba? Hayal kırıklığına uğramış bir ifadeyle başını eğip kendini içten içten azarladı. Kadim arkadaşları burada olsa, onunla dalga geçerlerdi. Ama yoktular ve bu görevi kendi kendine üstlenmişti.
Bu, tam olarak onun suçu da sayılmazdı aslında. Ayakları, betonun grisine değil toprağın koyusuna alışıktı. Kafasını kaldırıp alaycı bir ifadeyle etrafında yükselen kaba görüntüyü bir kez daha inceledi. Belki yerdeki çöpler, çatlak yollar, fütursuzca yan yana dizilen ve konserve kutusu kadar küçük evler olmasa, önünde uzanan sarı taşlı bir caminin güzel görünebileceğini düşündü. İnsanların, yaşanacak onca yer varken, belli başlı yerlerde kalabalıklaşıp sonrasında da bu üstün sayılarıyla bile işleri nasıl batırdıklarını anlayamıyordu. Bir zamanlar şehirleri korumak için inşa edilen taştan surları ve ekmekle bitmez tarlaları hatırladı. Artık hiçbir şeyi tanımıyordu ve bu, aidiyet hissini yitirmesine neden olmuştu. İyice öfkelendi; üstüne bastığı asfaltı paramparça ettiği paralel bir dünyayı kafasında canlandırdı.
Tabi bunlardan çok daha kötüsü de vardı. Televizyon denen o illet örneğin. Etrafında olanları değil, başka yerlerde olanları gösteren ilginç bir büyüydü. İnsanlar ve vampirleri ekranlar, internet, her türlü hızlı iletişim yolları ve mekanik taşıtlar uyalıyordu. Bir zamanlar belli başlı kişilerin uygulayabildiği ve ağızları her seferinde açık bırakır büyüler; farklı bir gerçeklikte ve her yerdeydi. Başını salladı ve işin bu kısmını şimdi burada yeniden düşünmemeye karar verdi. Montunun altında mavi, kedi motifli bir bluz vardı. Bir seferinde, kadının biri yolda yürürken onu durdurarak 'ne tatlısın sen öyle' diyerek, annesi nerede diye sorduğunda da aynı bluzu giymişti. Altında, iki cepli ve üzerinde salaş duran, esnek bir pantolon vardı. Daha yeni yeni renk kazanmaya başlayan minyon bedeni, az sonra yere yığılacak gibi duruyordu.
Uyumsuz merdivenlerle yukarı tırmanan, dar bir patikadan geçti ve tepeden esen meltemi yüzünde hissetti. Daha önce İstanbul'un bu bölümlerini gezmemişti. Pek bir şey kaybetmediğini düşündü. Sonunda, eski kemerli bir binanın önünde durdu ve etrafını paranoyak bir bakışla süzdü. Benzer bir hissi, en son İtalya'da hamur işleri yapan bir mekanda yaşamıştı. Çağrıldığı yerlere gitmeyi pek sevmezdi. İtalya'daki olayı hatırlamaya çalıştı, ama yeterince önemli olmayacak ki, hatırlayamadı. Sonunun kanlı bittiğini anımsıyor gibiydi sadece, ama pek tabi öyle olmamış da olabilirdi. Montunun kapüşonunu başına geçirirken, tavırları dışarıdan pek de bir çocuğu anımsatmıyordu. Çocuk gibi davranmakta pek iyiydi halbuki.
İstanbul'a geldiği ilk günlerde, bir kahvehaneye oturup yaşlı bir grup amcadan tavla öğrenmişti. Bir şehirde geçirilen en güzel zamanlar, şehre alıştığınız zamanlardı. Farklılıklar normalleştikçe, hepsi birbirinin aynısına dönüşüyordu. Tavlayı öğrenmeyi, oynamaktan daha çok sevmişti. Vampirlerin insanlardan daha iyi yapabildiği bir şey varsa, o da yürünen yolun, varmaktan daha önemli olduğunun bilincinde olmaktı. Bunu öğrenecek uzun yılları oluyordu. Pek çok yaşlı vampir, yapacak bir şey bulamamanın sancısıyla yüzleşip bir noktada bunalırdı. Serap için bu böyle değildi; bir şeyler yapmaya duyduğu isteği yıllar ondan çekip almamıştı henüz. Oysa pek çok vampir, hayatın döngüsüne kendini bırakıp, oldukları yerde yıllar geçerken bunun farkında bile olmazdı. Geriye dönüp baktıklarında, ölümsüz yılların boşa gittiğini düşünmek kadar kötüsü yoktu. Böyle durumlarda, birçok ölümsüz yılınızın daha olacağını düşünmek size neşe vereceğine içinizi burkardı. Ne de olsa ölümsüzlük denen şey koca bir yalandı; her vampir öyle ya da böyle bir noktada ölüyorlardı. 'Ölümsüzlüğü' bir lanet sanıyorlardı, oysa tek lanetleri, hayatlarını ölümsüz sanmaktı. Yaşamak, küçük şeylerin bile farkında olmaktı Serap için. Belki de binlerce yılı, bir kahvehanede tavla öğrenebilmek için yaşamıştı; ve bunda küçümsenecek bir şey bulamıyordu. Bulanları da anlayamıyordu.
Minik ellerini pervasızca tahta kapıya yerleştirdi, ve içeriye doğru iterken kapının gıcırtısına pek takılmamaya çalıştı. Burası terk edilmiş bir gecekondu dairesini anımsatıyordu. İçerde herhangi birinin varlığını sezmedi. İçerisi, tepede loş bir ışık vererek ambiyans yaratan birkaç ampulden başka pek bir şey yoktu. Koridoru geçerek, evin arka kapısından dışarı çıktı. Alelacele düzenlenmiş gibi duran minik bir bahçe, oldukları küçük tepenin altında kalan manzarayı gözler önüne seriyordu. Burası, İstanbul Boğazı'na bakıyor gibiydi. Ama ışıklarla parlayan apartmanların görüntüsü ve yakındaki bir ana yoldan gelen arabaların gürültüsü, manzaranın keyfini hafif bozuyordu. Serap, tahta iskemleyi manzaraya yakın bir yere doğru çekiştirdi ve oturdu. Cebinden çıkardığı bir dal sigarayı ağzına götürdü ama yakmadan bekledi.
